20 Aralık 2015 Pazar

Bütün Erkekler Aynı Şeyi İster

  • ·        Bütün erkekler aynı şeyi ister: Haklı çıkmak. 
  •      Erkekler bir şey anlattıklarında sadece keyiflerinden ve canları istediği için değil, belli bir nedenden kalkınarak konuşurlar ve sonra da kendilerini haklı çıkartacak bir şeyler söylerler.
  • ·        Kravat Vikinglerden kalma bir mirastır. Vikingler savaş tutsaklarının boyunlarına  bir ip bağlamaya zorlayarak aşağılarlarmış. (Bir rivayet  de Hırvatlar der)
  • ·        Laboratuvar farelerine küçük numaralar yaptırarak karşılığında yem veren psikologlar insanların ödüllendirme yoluyla öğrendiğini saptadılar. Eğer bir erkek her karnabahar pişirdiğinde karısını överse, karısının en sevdiği yemeği onun için bir kez daha pişirme olasılığı artar.
  • ·        Sık ve şiddetli şekilde öfke gösteren erkek güçsüzdür.
  • ·        Kadınlar öfkelenmezler, kadınlar mızmızlanırlar JJ
  • ·        Erkekler kavgayı kaldıramazlar. Sürtüşmek onlara daha ilginç gelir.
  • ·        Erkekler korkularını asla itiraf edemezler.
  • ·        Gelelim bıyıklara erkekler niçin yüzlerinin o en hassas kısmında hindistan cevizi lifinden bir paspas taşımak isterler :):)

           Eveeet yukardaki cümleler Yvonne Kroonenberg’in ‘’ Bütün erkekler aynı şeyi             ister ‘’(Alle mannen willen maar een ding) adlı kitabından seçmece bazı           cümlelerdi.
     İlk olarak Kroonenberg şeklindeki soyadı bana doğrudan İskandinav yahut kuzey-barı avrupayı çağrıştırmıştı. Kitabın ismi belki şüpheliydi ama bu coğrafi tespitin bana söyledikleri ‘’Bu adamların yaşam stilleri üzerine denemelerini ve pratiklerini takdir ediyorum’’ şeklindeydi. Tabi hepsi değil. (Ailecek üryan şekilde saunaya girmek gibi). Lakin başka birçok noktadan bana bir Amerikan yazardan daha fazla yakın gelir bu adamlar. Kendileri soğuk ama içince veya ‘’Excuse me, Can you …’’şeklinde bir başlangıç yapınca açılıverirler. İzlenesi kimselerdir.

     Her neyse mezkur yazarın Hollanda’lı olduğunu öğrenince (ki kitapta sık sık Haarlem, Amsterdam gibi şehirler veya Kees, Eefje, gibi isimler geçiyor) bir Dakka aga orda bi dur dedim. Çünkü Allah’ın yarattığı iki cinsten biri olan erkekler hakkında bir deneme okuyacaktım ve sosyal tespitler yavaş yavaş beynime,  kalbime girecekti. 

Orada bi dur dememin sebebi ise Hollanda’daki aile hayatına dair okuduklarım, gördüklerim ve bildiklerimdir. Misal Amsterdam’da gayrimeşru klüplerin yerli sanayi ve o şehrin meşhur ögesi olduğunu öğrenince xxx sembolü olmayan bir hediyelik anahtarlık bile alamayacağımı da anlamış olduğumu hatırlarım(Amsterdam’da).  Zaten yazar da kitabın bazı bölümlerinde tamamen kedin fantezilerini dökmüş ortaya (misal aldatmak evliliği monotonluktan çıkarır, bir heyecan katar.. gibi) bu nevi şeyler belki çok göze battığından fark edilebilir ama ya fark edemeden kabul ettiklerimiz. Burada ehl-i sünnete mutabık yayınevlerinde samimi şekilde çalışan ve ümmet-i Muhammed’e bu minvalde eserler hazırlamaya çalışanların önemi gün yüzüne çıkıyor.





  

     Halbuki bu gibi sosyal tespitler sadece özgürlükçü düşünceden hareket edilerek elde edilemez. Misal hemcins evliliklerinde sadece yasaklar ve serbestiler gelenek ve modernite değil; toplumsal yaşam, fıtrat yaratılış biyoloji ve sosyoloji de düşünülmelidir. Ve hatta tarih bile. Ama Darwin amcanın biyolojisi değil Allah-ü Teala’nın biyolojisi.

     Mevzuya geri dönelim dersek; kitapta bu hanım kendi hayatına giren erkeklerden hareketle erkeklere dair bir denemeler yapmış. Son derece rahat bir tavır görülüyor kitapta. Tekrar bakacağım türden değildi maalesef. Hoş beklentim de bu yönde değildi ya. Daha çok sallanan sandalyesinde otururken aklına gelip ‘’ Dur ya şunları bi yazayım’’ demiş gibiJ
     Yine de emektir. Teşekkürler bayan Kroonenberg. Hayat tecrübelerinizi bizimle paylaştığınız için.
     Haa unutmadan yazarın dili sağlammış. Cümleleri benim diyen dilci ögelerine ayıramaz. (Zorlanır). Burada biz tabi tercümanı tebrik ediyoruz. 

Bu tarz yazarların (özgürlükçü, serbest düşünceli, aklına eseni yazan, söylenemeyeni söylediği için kendini değerli sayan vs.) değişik örnekleri bizim memleketimizde de vardır. Kendi söylediklerinin çok derin araştırmalar neticesinde geliştirildiğini düşünürlerken, sizinkilere ‘’sadece kendi ekseninde tespitler’’ diye laf atarlar.

28 Ekim 2015 Çarşamba

The 10 Natural Laws of Successful Time and Life Management


·     Psikologlar intiharın en son kontrol etme çabası olduğunu keşfetmişler: ‘’Hayatımda kontrol edebildiğim en son hayatta kalıp kalamayacağımdır.’’
·     Yaptığın gündelik işlerin temelinde hep öz değerlerin olsun.
·     Sabah uyandığında nereye neden ve nasıl gideceğini bilmenin mutluluğunu tat.
·     Zaman yönetiminde temel sorun yalnızca işlerin daha etkili biçimde yapmanın üzerinde durulmasıdır. Kimse kendine, ‘’Neden bunu yapıyorum? Bunu gerçekten yapmalı mıyım? Bunu yapmayı istiyor muyum?’’ diye sormaz.
·     Kontrol edemediğimiz şeyler yüzünden sinirlenmemiz anlamsızdır.
·     Gereksinim yeterince büyükse, normalde kontrol edemeyeceğinize inandığınız her türlü olayı kontrol edebilirsiniz.
·     Plan yapmamak, başarısızlık planı yapmaktır.
·     Tamamen dolu bir otomobildeyseniz, çoğu insan gibi kendiniz direksiyona geçmek istersiniz. Neden? Çünkü kimse sizin kadar dikkatli kullanamaz J Fakat bir başkasının da en az sizin kadar iyi kullanabileceğini kabul eder ve bu işinizi ona havale ederseniz (delege etmek) stresiniz büyük ölçüde azalır.
·     Araştırmalara göre bir aile çocuğu ile haftada yaklaşık 7 dakika konuşuyormuş. Karı-koca ise 27 dakika.
·     Abraham MASLOW değerlerimiz ve her gün yaptıklarımız arasındaki bütünlüğe ‘’kendini gerçekleştirme’’ adını vermiş.
·     Hayattaki en önemli şeyler daha az önemli olanların insafına bırakılmamalıdır.
·     Bir hedef, var olan durumla planlı bir çatışmayı gösterir.
·     Hedef belirlerken daha nicel olmalı. Misal;’’Çocuklarıma daha şefkatli olacağım’’ değil de ‘’Oğlumla cumartesileri yarım saat top oynayacağım.’’ gibi.
·     Çok kolay ulaşılan hedefler, ulaşabileceğimizin çok ötesindekiler kadar yararsız ve gerçek dışıdır.
·     Başkalarının fikirleri bizi sık sık hedef belirlemekten ve değişmeye çalışmaktan alıkoyar.
·     Bir işi planlamaya ne kadar çok zaman ayırırsak, toplam olarak onu yapmaya o kadar az zaman gerekir.(Gettin  things done-İş yaptırma- Edwin Bliss)
·     Telefon bir araçtır. Ona araç gibi davranın. Telefonu iyi kullanın, onun sizi kullanmasına izin vermeyin.
·     Hayattaki en önemli şeyler yapılacaklar listesine hiç girmez.
·     Karakter; değerli bir kararı, o kararı vermenin heyecanı geçtikten sonra uygulayabilme yetisidir.
·     Bazı insanlar sırf onları hiç kimse sevmiyor diye düşündüklerinden intihar ederler.
·     Sevgiyi elde etme adına yapamayacağımız şey yoktur. Bunu elde etmek adına aslında ilgimizi çekmeyen gruplara katılırız. Çünkü bize aidiyet hissi verirler.
·     Bağımlılık: Kısa süreli yararlar ve uzun süreli yıkım getiren zorlayıcı davranışlar.
·     Hayallerimizi, gerçek değer ve hedeflerimizi terk ettiğimizde içimizde hep bir boşluk hissederiz.
·     Ekibiyle beraber çalışan lider anlayışının sihirli yanı şudur; Onlara emrettiğinizde, kendilerinden bir şey rica edilmiş gibi hissederler.
·     İnsanın kendine verdiği değer ile üretkenlik arasında ciddi bir ilişki vardır.
·     Liderlik beraberinde çok büyük bir sorumluluk daha getirir; başkalarını yükseltme, hayatlarında kendi başlarına başarabileceklerinden daha fazlasına ulaşmak üzere onları güçlendirme sorumluluğu.


19 Ekim 2015 Pazartesi

Kendini Önemli Hissetme Gereksinimi


        Bir yerde öksüz bebeklerin her gün beşiklerinden alınıp kucakta tutulmadıkları zaman gerçekten zayıf düştüklerini, hatta öldüklerini duymuştum. Sevmek ve sevilmek yalnızca bir arzu değildir. Onlar bizim belki de en önemli gereksinimlerimizdir.
Seveni ve sevileni olmadan tek başına kalma duygusunu yansıtan yalnızlık kadar kahredici bir dert yoktur.  Bazı insanlar sırf kimsenin onları sevmediğine inandıkları için intihar ederler. Duydukları yalnızlık duygusu ile destekleyici ilişkilerin yoksunluğu, her şeye son verme düşüncesinin verdiği korkudan daha dayanılmazdır.
Sevgiyi elde etmek için yapamayacağınız şey yoktur.  Bu uğurda aslında ilgimizi çekmeyen gruplara katılırız, çünkü bize bir ait olma duygusu verirler.  Aslında bizim iyiliğimize olmasa da bazı kişilerle ilişki kurar, hoşlanmadığımız davranışlara katlanır, bir eş ve arkadaş olarak inanılmaz ödünler veririz. Hep sevilme arzumuz yüzünden.

‘’Hey anne, baba! bana bakın!’’

Kendimizi ayrı eşsiz bir insan olarak algılamaya başladığımız ilk yıllarımızdan başlayarak, doğuştan gelen bir kendimizi önemli hissetme, başkalarının dikkatini üzerimize çekme gereksinimi duyarız. Büyüdükçe bu eşsiz olma duygusunu daha da çoğaltma peşine düşeriz. İnsanların bizi fark etmesi ve değer vermesi için bazıları önemli, bazıları itici olan bir sürü yolu deneriz. Ayrıca sevgilerimi kazanamasak bile hiç olmazsa saygılarını elde etmek isteriz.

Bazı insanlarda kendini önemli hissetme isteği o kadar güçlüdür ki, bu onları her türlü aşırı davranışa sürükler. Katillerin ve hırsızların eylemleri sıklıkla ve umutsuzca, ‘’Bana bakın! Bunu ben yaptım! ‘’ yakarışından başka bir şey değildir.
Bu tarz kişiler bazı olaylarında o kadar belirgin ipuçları bırakırlar ki, araştıranlar gerçekten onların bilinmek istedikleri sonucuna varırlar.  Böyle insanlar başkalarının ne yaptıklarını bilmelerini isterler. Çok daha zararsız biçimde sırf ismi Guiness Rekorlar kitabına girsin diye abuk sabuk şeyler yapan  insanların da durumu aynıdır.

‘’ Bana bakın! Bunu ben yaptım!’’

Çocuklar ise bu isteklerini daha açık ve dürüst şekilde dışa vururlar. Başarılı bir piyano resitali veya basketbol maçı sonrasında, çok iyi notlarla eve döndüklerinde ebeveyninin gözüne hevesle ve beklentiyle bakarlar.  Övgü alma gereksinimleri o kadar içtendir ki, biz yetişkinler bunu ona vermekten kendimizi alamayız.

Hepimizin kendimiz nemli hissetmeye gereksinimi vardır. Ve bu duygu yetişkinlerde de en az çocuklardaki kadar köklüdür. Fakat biz yetişkinler övgü arayışına bir takım engeller koymuş durumdayız. Kendini önemli hissetmek hiç olmazsa bunu açıkça ifade etmek onaylanmayan bir davranış biçimidir.

  ‘’Bana bakın! Başarılı oldum! Ben önemliyim…’’ 

diye haykırmak gelir. Ama bu tür davranış bencillik olarak algılanır. Dolayısıyla bu gereksinimi karşılamak için başkalarının yardımı gereken bir başarıyı tek başımıza üstlenmek gibi yollara sapıp, genellikle daha az içten, daha stresli yöntemleri deneriz.

(The 10 Natural Laws of Successful Time and Life Management-Hyrum W. Smith-Warner Books-1995)

13 Eylül 2015 Pazar

An'lar

Eğer,yeniden başlayabilseydim yaşamaya,
İkincisinde daha çok hata yapardım.
Kusursuz olmaya çalışmaz,sırtüstü yatardım.
Neşeli olurdum, ilkinde olmadıgım kadar,
Çok az şeyi
Ciddiyetle yapardım.
Temizlik sorun bile olmazdı asla.
Daha çok riske girerdim.
Seyahat ederdim daha fazla.
Daha çok güneş doğuşu izler,
Daha çok dağa tırmanır,daha çok nehirde yüzerdim.
Görmedigim bir çok yere giderdim.
Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye.
Gerçek sorunlarım olurdu hayali olanların yerine.
Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardandım.
Yeniden başlayabilseydim eger,yalnız mutlu anlarım olurdu.
Farkında mısınız bilmem. yaşam budur zaten.
Anlar,sadece anlar.Siz de anı yaşayın.
Hiçbir yere yanında su,şemsiye ve paraşüt almadan,
Gitmeyen insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eger,hiçbir şey taşımazdım.
Eger yeniden başlayabilseydim,
İlkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım.
Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla.
Bilinmeyen yollar keşfeder,güneşin tadına varır,
Çocuklarla oynardım,bir şansım olsaydı eger.
Ama işte 85'indeyim ve biliyorumn...
ÖLÜYORUM...
Jorge Luis Borges

Kökler (The Roots) - Kunta Kinte'nin Hikayesi

Alex HALEY
Alex HALEY ismini daha önce bir gazetenin promosyon olarak verdiği Malcolm X’in otobiyografi kitabıyla duydum. Yazar, Malcolm X yada değiştirdiği şekliyle El-Hacc Malik el Şahbaz ile soru cevap şeklinde uzun bir mülakat gerçekleştirmiş ve bunları kağıda dökmüş. O sıralarda kökler adlı çalışmasını da duydum. Ve o zamanlar kökler bana çok kült bir çalışma gibi gelmişti. Çalışma diyorum, zahir, hem filmi hem de kitabı vardı.

El-Hacc Malik el Şahbaz (Malcolm X)

Alex HALEY esasen bu kitapta 7 nesil öncesine giderek kendi atalarının, dolayısıyla da kara amerika’nın destanını (The saga of black amerika) yazmış. Bu vesileyle anladığım kadarıyla hem kendini bulmuş hem başkasına yardım etmiş.
Bu felsefe bana hiç yabancı gelmedi. Önce kendi kahramanın ol (be your own hero), zaten ilham kaynağı olursun.
Kitapta Omoro ve bintanın çocukları olan Kunta kinte’nin 1700’lü yıllarda doğumuyla başlar. Uzunca bir dönem kunta kintenin yetişmesi anlatılır. Bu vesileyle Gambiya’daki adetler de verilmiş olur. Zaten bu kısmı kimse tam olarak bilemeyeceği için yazar o zamana ait adetleri romansı şekilde aktarmış. Kunta kinte’nin kaçırılması ve bu süreçte gemideki yaşam şartları da uzunca bir kısım olmuş. Kunta kinte’nin Amerika’ya gelmesi ve 2. nesil bir kadınla evlenip, geri dönüş umudunu yitirip aileisnden ayrılmasından sonraki kısımlar daha da hızlı.
Kunta Kinte Amerika'da ilk defa satılırken (Belgesel filminden Temsili)
7 nesil geçtikten sonra yazar kendi doğumuna kadar anlatıyor. Ha bu arada kunta kinte’den  kızından ayrıldıktan sonra bir daha bahsedilmiyor.
Kitapta dikkatimi çeken kısımlar ise şöyle;
  • ·         Seni gebertmek o beyaz adamın hakkıydı. Tıpkı yorulduğum için benim elimi kırdığı gibi.
  • ·         İnsan avucunu sımsıkı kapatırsa kimse elindekini alamaz, ama elin doluyken sen de başka bir şey yakalayamazsın.
  • ·         Otuz kadar İbo’nun köleliğe dayanamayarak Louisiana’da el ele tutuşarak şarkılar söyleyerek dosdoğru nehre yürüdüklerini ve boğulduklarını duymuştum. (Not: İbo; kabile ismi:)
  • ·         Kunta kinte Amerika’da aslını inkar etmeyen 1. nesil bir gana’lı bulunca gönlü dolduğunca gözyaşlarıyla selamlaşırlar.  Hem buluştuklarında hem de ayrıldıklarında Selamlaşırlar. Bu hususta peygamber efendimizin de bir Hadis-i Şerifleri vardır. Demek ki onlar da bilip yapıyorlar.
  • ·         O hala Gambiya’lı, Afrika’lıydı fakat yalnız anılarında…
  • ·         Kedi, oynadığı fareyi sonunda yer. (Afrika atasözü)
  • ·         Toubob (Beyaz adam) toprağında büyümüş biriyle evlenmenin ne demek olduğunu, bu olaydan sonra unutamadı. (Kizzy’e afrika’ya dair bir şeyler öğretmeye çalışırken)
  • ·         Aslında kizzy’yi toubob çalmamıştı. Onu öz annesi elleriyle teslim ediyordu onlara.(Vaftiz töreninden)
  • ·         Kunta’nın söylenenler umrunda değildi. Yeter ki ahırda kıldığı sabah namazlarına karışmasınlar.
  • ·         Geçen gün esir pazarından geçiyordum da. Fiyatlar ne kadar da artmış ya hu J (Efendi Waller)
  • ·         Kizzy yaşamını mahveden okur-yazarlığı çocuğuna öğretmeyi pek düşünmüyordu.
  • ·         Sonra güleç yüzlü beyazları getiren bir gemi gelmiş. ‘Vay kırmızı derili insanlara bakın’ demişler. ‘Hadi biz de oraya gelip sizinle arkadaş olalım’ demişlerdir. Kızılderililer o ilk gemiyi batırmadıkları için ne pişmandırlar şimdi.

Kunta Kinte. Afrikalı kunta kinte. Hayatının sonuna kadar bildiği şekliyle kendini muhafaza etmiş Kunta Kinte. 7 nesil içinden sadece müslüman alameti olan kendisi var. Hristiyan bir kadınla (bell) evlenmesi sebebiyle kendi kızından (kizzy) bil itibar fürunda herhangi bir İslami alamet yok. Tabi kölelik, insan haklarının olmaması efendilerin onlara davranışları vs de etkili.
Ama yabancı biriyle hayatını birleştirmek… bu bazen farklı din olur bazen kültür, renk anlayış vs. Erkeklerin kadını değiştirme (kendilerince düzeltme J) hayalleriyle evlenmeleri ne büyük bir ütopyadır. Bu ütopya ancak kadın değişim isterse, yanlış, eksik olduğunu fark ederse ve Allah-ü Teala’da onun için hayır murad etmişse olabilir sayın baylar. Aksi halde neslinize sizin tesir etmek istediğiniz kadar o da tesir edecektir.
Hatta kitabın ilerleyen kısımlarında bir kadın bebeğine Afrikalı atası kunta kinte’den bahsedince baba buna müsaade etmeyerek onu her gün alıp fabrikaya, işyerine götürür.

Kitap ana fikir olarak özgürlük üzerinden yürür. Fakat benim beklentim bunun yanında Amerikalı zencilerin İslami hayattan kopup hristiyan bir hayat benimsemeleri. Buna sebep Haley’in Malcolm ile yaptığı çalışmadır. Lakin bunu bulamadım. Bunda Haley’in de dindar olup olmadığını, hatta müslüman olup olmadığını bilmemem yatıyor olmalı. Bileydim böyle bir beklenti içine girmezdim.

12 Ağustos 2015 Çarşamba

Yeni bir dünyanın eşiğinde..

Ellerim terliyor. Evet daha önce de heyecanlandığım zamanlarım olmuştu.  Bir arkadaşımın da dediği gibi bu sefer gerçek dünya'ya adım atıyoruz. Hakikatleri sırtımıza alıyoruz. Sık sık; ''Erbab-ı zahir anlayamazlar muradımız'' beyiti aklıma geliyor Baki'nin. Serinliyorum.

Avazeyi bu aleme davud gibi sal demiyor mu? Ve yine Mevlana İdris;

'' Söyleyeceksen şarkını sesli söyle
Eşlik eden biri bulunur elbet dünyanın bir yerinde '' demiyor mu?

Sanırım ilk defa coşkuyla yapmak istediğim bir işe giriyorum. Şimdiye kadar yeni gelin gibi durduğum işe artık dört elle sarılıyorum. (Allah utandırmasın). Param yok, fakat eğer kabul edersen sana verebilecek bir ömrüm var. İnşaallah şarjım bitene kadar sadık kalırım sözüme.

Ne kadar da fazla kişiye açıklama yapmam gerektiğini bir kez daha düşününce şaşırıyorum. Ve tekrar tekrar şaşırıyorum.

Beylik laflara gerek yok. ''Just do it''. Bakalım Allah karşımıza ne gibi şeyler çıkaracak. Ne gibi kapılar açacak.

Artık düşünmüyorum. Ben bu ışığa pervane olmaya karar verdim. Madem herkes bir ışığa pervane oluyor. O halde? Pervanenin kaderinde var etrafında fır döndüğü ışığa kapılıp onda yok olmak. Bir aşık için ne güzel bir ölüm.

Vaktiyle bir yerlerde şöyle okumuştum. Diyordu ki;
''Görünmek hevesiyle ortaya çıkarsan çaydaki toprak gibi olursun. Sürekli karıştırsan da tat vermez, acılaştırısın. Halbuki yok olmak gayesinde olduğunda, misal şeker gibi, yok olmanla birlikte çay tatlanır, adın kalır. (Baki kalur sahife-i alemde adımız)''

Ağlamak istemişim şimdiye kadar. Peki ne için? Ne beni gözyaşlarına boğacak kadar değerli olabilirdi?

Bu yeni hayatımızda Allah budumuza kuvvet versin. Yüzümüzü kara çıkarmasın.
Bazen soruyorlar. (Daha da soracaklar.) ''O kadar okudun, ettin neden yapmıyorsun.'' Sanırım en makul cevabımı buldum.

''Bunu yapmak için heyecan duymuyorum. Sen buna istek de, ben aşk, öteki de enerji.. Yok işte''
Halbuki  beride öyle mi ya..
Sahi ya şimdiye kadar neden çelik çomak oynadıysam bilmem ki...''

İlk defa bu gece aklımda soru işaretleri olmadan uyuyacağım. Coşku. Hayat bir şeylerden korkmak için, birileri ne der acaba diye çekinmek için çok kısa...
Şimdiye kadar korktum, bekledim de ne oldu? Beklemeye ne gerek var? Just do it. 
Zamanın behrinde ajandam şöyle kazımışım;
''The excellent haven't the borders'' Fakat sanırım demek istediğim tam olarak şöyleymiş;
''No limit to perfection''

Ne oldu da ben bir gecede değiştim mi diyorsun? Hayır bir gece de değişmedim. Sadece köprüden önceki son çıkışı kaçırmamaya çalıştım. 

Şimdiye kadar hep okudum. Hep izledim.Şimdi kitaplarda okuduklarını minderde gösterme zamanı. Hadi bakalım...

10 Ağustos 2015 Pazartesi

Kaliteli Yaşamak İçin

Azaltın;

  • Yediğiniz yemeği, yemeğin tuzunu,
  • Çayın şekerini,
  • Kullandığınız eşyaları,
  • Harcadığınız parayı,
  • Boşa giden zamanı,
  • Gözyaşlarınızı,
  • Kafanıza taktıklarınızı,
  • Kıyafetlerinizi,
  • Kuruntularınızı,
  • Bilgisayar başında harcadığınız vakti,
  • Telefonla uğraştığınız süreyi,
  • İnsanlardan beklentilerinizi,
  • Televizyon izlemeyi ..
Bırakın;

  • Şikayet etmeyi,
  • Çekingenliği,
  • Rezil olma korkusunu,
  • Mazeret üretmeyi,
  • Başkaları için yaşamayı,
  • Yapamam düşüncesini,
  • Olumsuz düşünmeyi,
  • Olumsuz kelimeleri,
  • Surat asmayı,
  • Önyargıyı,
  • Herkesi eleştirmeyi,
  • Herkesi düzeltmeye çalışmayı,
Arttırın;

  • Gülümsemeyi,
  • Sevmeyi,
  • Olumlu düşünmeyi,
  • Dua etmeyi,
  • Şükretmeyi,
  • Ayaklarınızın toprakla temasını,
  • Renkli giyinmeyi,
  • İçtiğiniz suyu,
  • Teşekkür etmeyi,
  • Selam vermeyi,
  • Özür dilemeyi,
  • Mazur görmeyi,
  • Alttan almayı,
  • Sevginizi hak edene vermeyi,
  • İstikrarınızı,
  • Hayal kurmayı,
  • Güzel söz söylemeyi,
  • Kitap okumayı,
(Alıntıdır)

5 Ağustos 2015 Çarşamba

Babalar ve Oğullar

 Budala'dan sonra bir daha Rus edebiyatına dalmamaya karar versem de Babalar ve Oğullar'ı hep merak ederdim. Hem nispeten daha az bilinen bir yazar hem de hep anne-kız ikileminde sürdürüle gelen ve evlat kelimesine daha yakın duran anne ögesine bir alternatif umudu ve merakıyla başladım.  Çok özet şeyler yazamayacağım yine çünkü ben hala Rusların yaklaşımlarını pek çözemedim galiba. Ancak şu kadar var ki; Bazarov adlı karakter ki en çok alıntı da ondan yaptım, önceleri uçarı kaçarı, herşeye karşı, başına buyruk bir karakterken, ilerleyen safhalarda daha ev-ocak bilir anne-babasını özler ve ayakları yere basan birine döner. Hele ki ölüm döşeğinde (genç yaşta) '' daha neler neler yapacaktık bak  şimdi yolcuyuz '' gibi cümleleri de vardır. 

Bazarov'un babası askeri hekimdir. Ve ona olan sevgisini şefkatini pek gösteremez halk içinde. Lakin elden ne gelir ölüm döşeğinde? Bağrına bassan ne fayda. O artık ölmektedir.

Diğer ana karakter olan Arkadiy ise zıddına babası ve diğer aile üyelerini seven ve buna mukabil sevilen biridir. Sanırım babalar ve oğullar'da bu iki zıt karakterin arkadaşlığı babalarıyla olan alakaları ve zaman içinde tanıyıp sevdikleri kadınların onlar üzerindeki etkileri göze çarptırılıyor. 
  • Mutluluk üzerine konuşuyorduk galiba. Ben size kendimi anlatıyordum. Bakın yine mutluluk sözünü kullandım. Söyleyin neden güzel bir müzikten, hoş geçirilmiş bir akşamdan, cana yakın insanlarla konuşmaktan zevk duyduğumuz zaman bütün bunlar sanki bir yerlerde var olan, ama bizim sahip olmadığımız bir gerçek, sonsuz bir mutluluğun birer basit kopyasıymış gibi bir his duyuyoruz? (Anna Sergeyevna, Bazarov’a hitaben).
  • El-cevap: İnsan cennetten gelmedir. Ve cennette her şeyin en güzeli vardır. Bu sebeple insan güzel bir insan, bir resim, bir ses duyduğunda cenneti hatırladığı için ona karşı kayıtsız kalamaz, ve onu sevmeye başlar. Eğer kayıtsız kalabiliyorsa, başka bir sıkıntı var demektir. (2015'ten 1855'e cevap :)
  • Erkek sert olmalı.(İspanyol atasözü)
  • Bak akağaçtan sarı bir yaprak kopmuş yere düşüyor. Yaprağın düşüşü, bir kelebeğin uçuşuna benziyor. Tuhaf değil mi? En hüzünlü, en ölü şey; en canlı en neşeli şeye benzesin. (Arkadiy)
  • Ne yapalım Vlasyevna! Evlat senden kopmuş bir parçadır. O tıpkı bir kartal gibidir, isterse kanat çırparak gelir,isterse uçup gider. Seninle ben ise bir ağaç kovuğuna yapışmış yan yana duran iki kütük gibiyiz. Hiçbir yere kımıldayamayız. Senin için ben ömrümün sonuna kadar değişmemiş olarak kalacağım. Sen de benim için öyle kalacaksın. (Vasiliy İvanoviç)
  • Kadın olsun da kurnazca davranmasın.(Bazarov)
  • Her dürüst insanın görevi..Kendisine yakın bulduğu insanlara karşı samimi davranmaktır. (Arkadiy)
  • Sevilen bir varlığın gözlerinde bu gözyaşlarını görmemiş bir insan, bir kimsenin nasıl minnettarlıktan, utancından, kendinden geçercesine mutlu olabileceğini bilemez.(Bazarov-Katya)
  • Bana yabancı olan bir çevrede çok uzun zaman kalmış bulunuyorum. Uçan balıklar havada ancak kısa bir süre kalabilirler. Sonra kendilerini suya atmak zorundadırlar. İzin verin ben de kendimi deryaya atayım.(Bazarov)
  • Ölüm eski bir şey ama (ölürken) herkes için yenidir.(Bazarov) 

31 Temmuz 2015 Cuma

İfadeleri öğren, Kelimeleri değil

French Together isimli sitenin kurucusu olan çocuk (!) böyle söylüyor.

That’s why I advise you to always learn sentences, not words.

Cümleleri öğrenmek, kelime ezberlemekten daha kalıcı hafıza için. Site çok hoşuma gitti. Biraz inceledikten sonra siteyi kesinlikle çok motive edici bulduğumu itiraf etmeliyim. Bundan sebep, çoğumuzun kafasında yer bulan sorulara cevap vermiş olmasından. Bunu da arkadaşın (Benjamin HUOY) eğitimine verelim (Linguistics) yani adam bu işin ilmini okumuş aga. İşte satır başları;

  • Kendi sözlüğünüzde bile açınca bilmediğin tonla kelime varken nasıl yabancı bir dilin tüm kelimelerini öğrenmeyi beklersin. 
  • Kelime değil ifade olarak çalışın ifadeleri görün. Çünkü ifadeler kelimelerden daha kalıcıdır. 
  • Burada ben de hep arkadaşlarıma anlattığım örneği yineleyebilirim. İngilizce öğrenicileri için; Misafirin geldiğinde ''Buyurun, hoşgeldiniz, nerelerdeydiniz, gözümüz yollarda kaldı, oturun lütfen, istirahat edin vs. gibi güzel ifadelerimizin çevirisi hem zihni meşgul eder, hem karşıda karşılık bulmaz. Buna mukabil misafirin geldiğinde takılmadan bir ''Welcome, have a sit'' diyebilirsen eyvallah bitti bu iş.Yani sen have, (almak), (ne almak) a sit (bir koltuk almak) vs. zihnini yorma. Direkt ifade olarak al.
Makalenin tamamına şuradan bakabilirsiniz. Aslından Fransızca için yazılmış ama fark etmez. Genel olarak dil öğrenimi konusunda merak edilenler var.
Bu arada yabancı dil öğrenirken internet bazlı memrise, duolingo, lingualeo gibi sitelerin de içeriklerinden bahsetmemek olmaz. Kesinlikle faydalılar. Her biri farklı altyapılara sahipler.

'Bir Darbenin Anatomisi'nin Anatomisi

Bir darbenin anatomisi, değerli tarihçi Yılmaz Öztuna'nın zannederim kendisine şöhret kazandıran ve ulusal belki de uluslararası camia da adından en çok söz ettiren kitabı. Yıllar var ki bu kitapla ilgili hep tavsiyeler aldım. Hep alıntılar gördüm dipnotlarda. Lakin okumak bugüne kısmetmiş. Böyle bir kitabı adına ve konusuna yakışır bir yerden almalı dedim ve 2011'de beyoğlu sahaflar festivalinden al(mış)dım. Hem de ikinci baskısını. Bulabilsem ilk baskısını alırdım. Ha bugün ha yarın derken nihayet klavyenin başında kitabın naçizane anatomisini çıkarıyorum.  Her zaman yaptığım gibi yine yazarla başlamak niyetindeydim. Yani Yılmaz ÖZTUNA ile ilgili küçük bir kısım. Lakin rahmetliye (ö.2012) küçük bir kısım vermek, hatta arada geçiştirmek bile haksızlık olur dedim ve kendisi ile alakalı ayrıca bir yazı yazmaya karar verdim.
Sultan Abdüllaziz Han Hz.

Şimdi nedir hocam bu darbe derseniiiiz? Bu darbe; Mayıs 1876 'da önce bir padişahın hal edilmesi üç gün sonrasında şehit edilmesi temelinde, darbenin öncesi ahval ve sonrasında gelişen karşı ataklar ki efsanevi Çerkes Hasan olayı da desek olur, ve yıldız sorgusunu içine alan olaylar dizisidir.

Yukarıda da bahsettiğim üzere kitap önce darbe öncesi ahvalden bahseder ve anbean darbeyi aktarır. Hüseyin Avni Paşa isimli şahıs ve avanesi padişahı hal eyler ve 3 gün geçtikten sonra da şehit ederler. 2 hafta sonra Şehit sultan Abdülaziz Han'ın bir kayın biraderi hem kendini yetiştiren bu velinimetine , hem bir müslüman olarak halifesine, hem bir Osmanlı olarak padişahına, hem de akrabalık bağı olarak eniştesine yapılan bu zulmü kaldıramaz. Milyonlarca Osmanlı'nın düşündüğünü eyleme döker ve ''davranma serasker!'' diyerek malum şahısları deyim yerindeyse gebertir. Yüreklere su serper. Ardından da milyon hayır-dua alarak efsanevi nam bırakır aleme.

Kitaptan ilgi çeken kısımlar;

  • 2. Mahmud kesinlikle gözümde ayrı bir değer buldu bu kitap sayesinde. Halbuki kitap 2. Mahmud'dan bahsetmiyor bile, sadece yeri gelince kıyas maksatlı bilgi veriyor.
  • Mustafa Reşit Paşa, Ali Paşa,Keçecizade Fuat Paşa ve Ahmet Cevdet Paşa gibi bir takım zevatın da ne kadar kudretli olduklarını mükemmel şekilde ortaya koyuyor.
  • Bu kitapla kesin olarak hep hissedegeldiğimiz yüce osmanlı ecdadımız hak ettikleri yeri bir kez daha dolduruyor ve gözümüzde yerlerini bir kez daha kamaştırıyorlar. Yani kitabın dili çok hoş demek isterim.
  • Kaht-ı Rical : Yetişmiş adam kıtlığı demek olduğunu öğrendik.
  • Sultan Abdülhamid han'ın adalet prensibinin de ''Ceza şahsidir'' şeklinde olduğunu öğrendik. Yani cezayı sadece mücrim çekiyordu. Çoluk çocuğunun rızkı ile oynanmıyordu. Zira halife adil olmaya mecburdu.
  • Tabi herşeyi de kabul edemem. Misal kitabın bir noktasında konuyla alakalı da olmadığı halde  Sultan Abdülmecid'in kadın ve içkiye düşkün olduğunu ve bu düşkünlüğü sebebiyle de 40 yaşını bulamadığını söyler. Hatta bu sebepten de veremden öldü der. Lakin bu mümkün değildir. Bunu kesin olarak kabul edemem.
  • II. Abdülhamit han Hz. Çerkes Hasan beyin asıldığı dut ağacını kökünden söktürmüş ve kendisine güzel bir mezar yaptırarak mezartaşına da şu şekilde yazdırmıştır.

'' Genç yaşında veliyyünimeti uğrunda fiday-ı can iden methum ve mağfurun leh Çerkes Hasan Bey'in ruhu içün Fatiha''


  • İlginçtir; İhtilalciler de padişahı hal ederken padişaha ''millet adına'' demektedirler, Çerkes Hasan bey de savunmasında ''şahsım için değil millet için yaptım'' demiştir. Lakin millet sadece Çerkes Hasan beyi kabul eder. Hatta bütün millet tarafından onaylanır.
  • Kılma ehl-i zulme talim-i maarif zinhar..'' (Fuzuli)
  • Neyse Çerkes Hasan geldi de hepimizin askeri şerefini kurtardı. (Eski kapdan-ı Derya Hacı Vesim Paşa)
  • Midhat paşa ile ilgili çok şey söylenebilirse de fazla uzatmamak daha iyidir. Sadece bosna eyaletinde yaptığı bir icraatı anlatalım. Hristiyanların isyanını durdurmak için Ay yıldızlı Türk bayrağı yanına Haç ilave ettirmiş ve bu şekilde de kullandırmıştır. Lakin bu kobra etkisi yapmış (cobra effect) ve bu sefer müslümanlar bundan müteessir olmuşlardır.
  • Çırağan vakası denilen olay; düşma orduları sarayın dolayısıyla merkezin bir kaç km. ötesine kadar gelip karargah kurmuşken Ali Suavi isimli zat etrafına aldığı bir grup çapulcu ile ihtilal yapmaya kalkmasıdır. Neyse ki Çorum'lu Beşiktaş Muhafızı Hasan Paşa eline geçirdiği bir sopa ile kafasını yarmış ve son vermiştir. (Hasan Paşa o sopayı ölene kadar başucuna asmıştır.)
  • ...Fakat halifelik emperyalizmin karşısındaki en büyük düşmandı.
  • mektepler olmasaydı şu maarifi ne güzel idare ederdim( haşim paşa)
  • Ahmet cevdet paşa ile ilgili olarak ;'' Şahsiyeti ve ahlakı bakımından nüfuz edilemez ve devlat menfaati aleyhine herhangi bir harekete sevk edilemez mizaçta olduğu..''
  • Kadınlar idam edilmezmiş. Sandala konup marmara açıklarından kementle boğulup, ayağına taş bağlanarak denize atılırlarmış.
  • Avam kamarasında İngiliz milletvekilleri  Mithat paşaya verilen idam cezasını konuşuyorken, (kaçırmayı bile düşünürken) kendileri de İrlanda'da insanları doğruyorlar, Hindistan'da salgın hastalıktan yüz binlerce kişi ölüyordu. (Bu ne perhiz ...)
Hasılı üstadım kitap hakikaten gerçek bir eser niteliğinde. Bu kadar zaman neden okumadım bilmiyorum. Daha özel olan bir kısım daha var ki şu sıralar meclisten, mahalle kahvelerine kadar herkesin kafasında soru işareti oluşturuyor. Meclis ve yönetim üzerine bir derlemeyi de şurada bulabilirsiniz.  Esasen yeni fetvaya ihtiyaç yok. Eskiler o kadar şümullü ki, baksan kafi.

Meclisler-Başkanlık-Yönetim üzerine

Meclis. Oturulan yer. Bugünkü anladığımız manada bir milletin milli menfaatlerinin tartışıldığı ve herkesin aynı milli hislerle oturduğu alan. Burada milletin vekilleri mümessili oldukları bölgelerin (ırkların değil) sorunlarını ortaya döker ve aciliyetlerini dile getirir. Uygun çözümler sunar ve işleri asan ider.

Pekala eğer bu oturanlar gerçekten üzerinde yaşanılan coğrafyanın sorunlarıyla değil de kendi ırklarının yahut inanışlarının sorunlarıyla ilgilenirler ve canhıraş bir şekilde bunun için çalışırlarsa ne olur? Sanırım bunun için müneccimbaşıyı yormaya hacet yok 100 küsur yıl önce ne olmuşsa o olur. Bakalım ne olmuş.

Osmanlı Meclis-i Mebusan'ı Açılış Merasimi
Birinci meşrutiyetle ikinci meşrutiyet arasında 30 yıl vardır. Bu 30 yılda hukuken meşrutiyet var olsa da fiilen yoktur. Aslında padişahın meclisi süresiz tatil etmesi (ilk meclis-i mebusan feshi) o dönemin toplumsal gerçeklerine uygun olmamasına bağlıyor tarihçiler. Ve 2. Abdülhamit'in en hayırlı hizmeti olarak görüyorlar. Çünkü millet tam bir mozaik halinde. Eğer her bölgeden bir temsilci gelecek olursa meclis kavimler bağçesine dönecek. Hatta dönmüş.

Birinci meşrutiyetin ilk parlamentosunda anadili Türkçe olan vekiller azınlıktır. Müzakerelerde sadece; Rum, Bulgar, Ermeni, Yahudi, Romen, Makedon, Sırp, Maruni gibi gayr-i Müslimler değil, Müslüman vekiller de garip isteklerde bulunmuşlardır. Bu isteklerde bulunanlar da en az bir yabancı devleti arkalarına almayı ve çok defa da para kabul etmeyi unutmamışlardır. Kendi dillerinin de resmi dil olmasını istemekten tutun da, otonom yönetim hatta bağımsızlık bile..hatta Yunanistan'a Teselya Girit gibi bazı yerler verilse ne çıkar bile denmiştir bu konuşmalarda.. tabi tecrübesizlik de var serde. Bu vaziyette iken devlet 30 yıl muhafaza edilmiş ve 2. meşrutiyetle de zaten 10 yılda dağılmıştır.

Esasen burada Prens Bismarck'ın  bir sözünü almak elzemdir. Der ki;

- Bir devlet  millet-i vahideden mürekkeb olmadıkça parlamentosunun faideden ziyade mazarratı olur. 




İşte bu cümle bile yeterlidir sanırız.

Şimdi soralım bakalım bizi meclisimizde oturanlara durum nedir aga. Çeşitlilik, renklilik iyidir diyenlere, realite ortada deriz. Bir daha tecrübe etmeye gerek yok. Allah muhafaza. Hal-i hazırda cennet-mekan da ortada yok zaten. (ortada yok demişken Feylesof şiirinde ''Sultanım sen gavs-ı ekbersin, Ahiretten bile himmet eylersin'' mısralarını da hatırlamış olalım.)

Bu arada ikinci meclis açılırken bir beste de yapılmış, Ve bu beste de jöntürklere ve bir kısım zevata övgüler düzülmekte. Şuradaki linkten takip edebilirsiniz. Sözleri de var.

7 Temmuz 2015 Salı

Fatih'in Şinasi'si vs. Harbiye'nin Macit'i

Fatih-Harbiye. Peyami SAFA'nın en eski kitaplarından biri. Bir roman. 1930'lardan beri yaklaşık 20 baskı yapmış. Oldukça bilinen ve tahminen milyonların okuduğu bir kitap.(Arkadaşlarımıza verdiğimiz ödünç kitaplar ve kütüphanelerdeki rakamlara bakarak yapılan tahmin) Şimdilerde (2013) bir televizyon dizisi de var. Bu üzerinde oldukça çalışıldığını ve toplum tarafından kabul edilip içselleştirildiğini de gösterir.

Peyami SAFA'nın benim gözümdeki değeri ise politik görüşlerinden bağımsız olarak, bireysel gelişimidir. Hatırlayabildiğim kadarıyla Peyami SAFA tam olarak kendi kendini yetiştirmek kelimesinin karşılığıdır. Hayatı acılarla dolu olmasına rağmen yılmamış. Yetiştiği dönem bir imparatorluğun, yaklaşık 12 milyon kilometrekarelik bir vatanın ufala ufala küçük bir alana sıkıştırılması, savaşlar, göçler hastalıklar ve yeni dünyanın kapısında bir dönemdir. Bu sebeple gözlem yapmak için oldukça bol vakti olmuş olmalı. Bunlardan bir çoğunu romanlarında da görürüz.
Peyami Safa
                                                                 
Bu kitabı da salt bir roman olmaktan çok öte bir dönemin tahlilini barındırmakta. Fatih gibi o zamanın tam anlamıyla şark-türk-islam kelimelerinden müteşekkil bir semt ve onun kaldırımlarında büyüyen havasını soluyan çocukları, onun nesli. Karşısında ise İstanbul'da yaşayan gayri müslim tebanın özellikle rağbet edegeldiği pera, taksim. Avrupai adetler, bir elde mendil bir elde baston tek göz monokl gözlükler ağızdan iki de bir düşen Monşer kelimeleri (monchere-dostum,azizim). İyice etüd etmeden hazır lokma gibi kabul edilen ve alınıverilen batı adetleri.

     Herkes kendi mahallesinde olduğunda sorun yoktur. Hatta osmanlı ecdadımız sırf adetleri ve yaşayışları sebebiyle ecnebi devletlerinin büyükelçilik binalarını hep köprünün diğer tarafına aldırmış Eminönü'nden beride sadece İran sefaretine (mezhebi batıl da olsa) izin vermiştir. Bu sebeple diğer tarafa da nazikane bir ifadeyle pera (karşı) demiştir. Bu halen böyledir. Mimari de bile kendini gösterir. Fatih evlerindeki İslami zerafete karşın Beyoğlu'nun evlerinde daha belirgin Avrupai hava vardır. Her iki kesimde de o yöreye uygun olmayan ev görmek neredeyse imkansızdır.

 Bütün mesele gezinti maksadıyla Fatih ahalisinin körpe çocuklarının köprünün diğer tarafına geçmesiyle başlar. Kitap der ki kadınlar renk değiştikçe heyecanlanırlar. Yani renk ve şekiller. Onlara kanarlar. Halihazırda insan bilmediğine karşı bir çekicilik de duyuyor.

Şinasi Fatihin üç aslını; çaldığı kemençe, ağır hareketleri, derin bakışları, tevazusu ve asaleti, duruşu, susuşuyla temsil ederken; Macit havai hareketleri boş, sabırsız ve iştahlı, dinamik davranışlarıyla kendi değerlerini temsil eder. Her iki tarafta da diğerine doğru bir meyil yoktur. Ama neriman öyle mi??

Temel tez neriman'ın kendini oluşturan değerlerin renksiz ve silikliğinden sıkılmış olması ve bunları değiştirmek için, bunlardan kurtulmak! için macite S.O.S vermesi üzerine kurulu. Bu sebeple o huzurlu evlerinden, çaldığı uddan ve muhtemel kocası Şinasi'den sıyrılmak ister. Neyse ki Rus teyzenin anlattığı hikaye ile kendine gelir de olay tatlıya bağlanır.

Bu romanın karakterleri o dönem gençliğinin hemen hemen tam ve sağlam bir teşhisi sayılabilir. Kendini oluşturan değerleri (dinamikleri) göremeyip, anlayamayıp, karşısındakileri direkt kabul ediş.

''Madem İslamiyet, Osmanlı ecdadımız vs. teraneleri çok iyi o halde neden şimdi neden müslüman ülkeleri fakir ve ezilmiş de Avrupa devletleri zengin müreffeh?? ''

Bu cümle çoğumuz için yabancı değildir. Otobüste, kahvede, sınıfta, hep duyarız. Peki ya cevabı ??
Hadi onun da cevabını İskilipli Atıf Hocanın Frenk Mukallitliği ve Şapka adlı eserinden okuyalım;

''İslam dininin medeniyetin faydalı taraflarını irşat ettiği ve İslam medeniyetince vaktiyle pek harika eserler vücuda getirdiği haldeki zamanımızdaki müslümanların bu yüce faziletlerden mahrumiyetlerine sebep nedir diye sorulursa cevap olarak deriz ki: Mahrum kaldıkları sair hususlarda oldukları gibi buna da sebep dinin faydalı emirleri iktizasından (gereğinden) bulunan çalışıp kazanmaya tevessül etmemeleridir. İslam dininin ileri sürdüğü yüce faydalardan istifade ancak hekimane emir ve hükümlerine imtisal ve muktezası ile amel etmeye mütevakkıftır. Şu halde islamiyet iddiasında bulunanların dini kaideleri yalnız evrak ve kitaplarda hıfz etmeleri hiçbir fayda temin etmeyeceği gibi diyanetin iktizası üzere bedeni sinir ve azalarını tahrik etmedikçe sırf itikat ile istenen maddi ve manevi faydalar meydana gelemez.''


Not: Bu yazı Peyami SAFA'nın Fatih-Harbiye adlı kitabının okunması ardından bu blogun sahibi tarafından kaleme alınmış bir denemedir. Kimseyi bağlamadığı gibi aynı adlı televizyon dizisi ile de alakası yoktur.

                                                   

2 Temmuz 2015 Perşembe

Arkadaşlık Adabı


Arkadaşlık hukukunun birçok adabı vardır. Nitekim Peygamber efendimiz (sav);’’ İki dost, iki el gibidir, birbirlerini yıkarlar (pak ederler).’’ buyurmuştur. Bir gün Rasülullah efendimiz (sav) sahabeleriyle birlikte ağaçlığa girer ve erak ağacından biri eğri diğeri düz iki misvak keser. Eğrisini kendine bırakır da düzgün olanı arkadaşına verir. O sahabi: ‘’Bu düz misvak size yakışır’’ deyince Peygamber efendimiz (sav);
‘’Eğer misvakları sen bulup kesmiş olsaydın düzgün olanı bana vermen fazilet sayılırdı. Çünkü arkadaşlık eden iki kişiden arkadaşına en şefkatli olan Allah katında en makbul olur.’’ buyurdular.
Arkadaşlara karşı dikkat edilecek hususlar,
  • ·         İhtiyaç anında yardımına koşmalı,
  • ·         Arkadaşının sırrını gizlemeli
  • ·         Ayıp ve kusurlarını örtmeli,
  • ·         Hoşuna giden adıyla çağırmalı,
  • ·         Gerektiği takdirde iyilik ve yumuşaklıkla nasihat etmeli
  • ·         Arkadaşı hakkında gıybet edildiğinde hakkını korumalı
  • ·         Kusurlarını affetmeli
  • ·         Arkadaşının sağlığında ve ölümünde her namazdan sonra ona dua etmeli,
  • ·         Sevinç ve kederinde ortak olmalı
  • ·         Ayakta karşılamalı, güler yüzle selamını almalı, ona yer vermeli,
  • ·         Arkadaşının ve çocuklarının halini sormalı,
  • ·         Kalktığında onu kapıya kadar yolcu etmelidir

Hulasa kişi kendisine karşı yapılmasını istediği muameleyi arkadaşına da yapmalı ki sadakatini göstersin. Çünkü kendisine istediğini, dostu için istemeyenin dostluğundan hayır yoktur.
  • ·         Arkadaşının vefatından sonra ailesiyle, çocuklarıyla ve sevdiği akrabalarıyla alakayı kesmeyip görüşmeli vefalı olmalıdır.


(13 Nisan 2015 tarihli Fazilet Takvimi'nden)

Ah efendim nerede şimdi bu arkadaşlıklar. Şimdi insanlar ..... olmuş her şey menfaat etrafında dönüyor dediğinizi duyar gibiyim. Merak etmeyin yalnız değilsiniz. O karşınızdaki aynı şekilde düşünüyor. Hatta yanınızdaki, arkanızdaki, önünüzdeki de öyle. Hadis-i Şerife dikkat edilirse birbirini yıkayan iki el gibidir buyuruluyor. Yani bir eli yıkayan fırça gibi değil. İki el hem yıkar, hem yıkanır. Sanırım sıkıntının kaynağı emek olmadan yemek isteğinde. Önce fedakarlık sonra beklenti. Sevgi de böyle, arkadaşlık da. 

Peki her yerde karşımıza çıkan bu abileri ne etmeli. Hani şu hep kendileri dürüst, diğerlerini üçkağıtçı olarak lanse eden abileri. Bence koca bir ayna alıp onlara;'' abi şunu bi tutar mısın? '' deyip tabanları yağlamalı. Konuşurken aynadaki yansımalarına takılırsa göz bebekleri belki diyorum hani...

1 Temmuz 2015 Çarşamba

Raptiye Fıkra Yarışması - 2015

Yurtdışında bir eğitimdesiniz (staj, çalışma vs.) ve canınız memleketinizi fena halde özlemiş. Odanızda tek başına yazılacak raporlara, hazırlanacak sunumlara bakıyorsunuz. Yalnızlık had safada. Hele de bu ülke iskandinav ülkelerinden biriyse siz de sırf evde sırf ses olsun, konuşma olsun da yalnızlığımı bilinçaltı unutsun diye bilgisayardan film açayım demiş olabilirsiniz. İzlemek için değil. Sadece ses olsun. Sanki evde birileri var gibi. Sizi anlıyoruz. Çünkü biz de yaptık :)

İşte tam da böyle bir zamanda gördüm, insan ve hayat dergisi Raptiye Fıkra Yarışmasını. Ajandamda bir sayfa açtım ve bu yarışmaya bir şeyler hazırlamaya karar verdim. Hem bu sayede biraz farklı şeylere de kafa yormuş olmanın iyi olacağını düşündüm. Daha önce hiç yapmamıştım. Aklıma genelde komik anlamlardan çok komik sahneler geliyordu. Ama sadece komedi değil, bu bir hiciv unsuru içermeliydi. Dha da önemlisi kendi kendimizi hicvetmeliydik. Nasyonel olmalıydı. Bozulan değerler gibi, ulviyetini yitiren kurumlar gibi mesela.

 Bu şekilde aklıma geldikçe küçük post-itlere bir şeyler karaladım ve duvarıma yapıştırdım. Gel zaman git zaman bunları düzenledim ve Türkiye'ye dönünce gönderdim. Sonuç ne mi oldu?

Teveccühleri için tüm ilgililere teşekkür ederim. Hediyeleri tabi çeşitliydi. Fakat tam da benim yazdığım fıkra ve derginin misyonuyla örtüşen şeylerdi. Bu da ince bir düşünce ürünü olsa gerek. Benim gibi kitaplarını çok seven biri için farklı bir boyut oldu elektronik kitap okuyucu. 
Fıkram ne miydi? Bunu öğrenmek için İnsan ve Hayat dergisi Şubat sayısına bakabilirsiniz.
Ayrıca dergide her ay yukardıda ismi yazılan katılımcıların fıkraları da resmedilip yayınlanıyor. 

Katılmak mı istiyorsunuz? Siteyi takip edin. Bu yıl sizin fıkranızı okuyalım.



Bölgesel İnovasyon Yarışması Finali- 2015

OKA (Orta Karadeniz Kalkınma Ajansı)'nın düzenlemiş olduğu Bölgesel İnovasyon ve proje pazarı etkinliğinden bir kaç kare aşağıdaki gibi. TR83 bölgesindeki üniversite öğrencilerinin projelerinin yarıştığı etkinlikte finale kaldığımda duyduğum heyecanı etkinlik süresince tanıştığım  birbirinden değerli insanlar arttırdılar. Her ne kadar ilk 3'e giremesem de dereceye giren projeleri gördüğümde gerçekten adilane bir karar olduğunu fark ettim. Ve nerede eksiğim olduğunu görmemi sağladıkları için teşekkür ettim. Okulumuz öğrencilerinden bir projenin de özel-teşvik ödülü alması da ayrıca gurur verici oldu.

Finale Kalan Bütün Proje sahipleri, OKA Temsilcileri ve  Amasya Valisi

  Bu sırada ilginç durumlar da oluşmadı değil. Mesela sanırım 19 Mayıs Üniveritesinden 2 katılımcı (Ucuzmatik) isimli projeleriyle katıldılar. Biri elektronik biri bilgisayar mühendisliği okuyan ve daha lisans eğitimlerinin ilk yıllarında olan bu katılımcılar sanırım orta asyadan gelmişler ve Türkiye türkçesini yabancı dil olarak öğrenmişler. Ama buna rağmen gelip sunumlarını yaptılar. Bu bence çok ciddi bir girişimdir.Tebrikler.

Bir proje sahibine (Serigrafi Projesi) jüri soruyor ;
- Bu sistem ciddi bir yazılım altyapsıı da gerektirir. Becerebilecek misiniz?
-Ben kendime güveniyorum. Altından kalkabilirim. 
Bence bu cümle ekstra bir puanı hak eder. Tebrikler.

Birinci olan arkadaşlar. Kendilerini Tebrik ederim. 

Farklı görselleri şuradan bulabilirsiniz. Tabi sonuçları da vermek lazım burada.
Yarışma Sonuçları

Peki benim projem neydi?
Ben yine yenilenebilirlik ve anaerobik ortamlarla ilgilendim. Bu seferki çalışmamın adı ''Evsel atık Yoğunlaştırıcı'' (Household Waste Concentrator). Bu çalışmada kısaca lavabo altına takılacak bir aparat grubu ile lavabodan gidere devam eden kırıntıları topluyor, katı-sıvı ayımı yapıyor ve kaliteli organik kısmı alıyoruz. Bu çalışma için hazırladığım animasyonu ve görselleri aşağıda paylaştım. 

Evsel Atık Yoğunlaştırıcı

Ve tabi kendileriyle projelerimizi paylaştığımız ve değerli fikirlerini yönlendirmelerini bizimle paylaşan jüri üyelerimiz. Hepsiyle tanışmaktan ayrı ayrı onur duydum.

18 Haziran 2015 Perşembe

Akdamar Efsanesi(Ah Tamara)



Van Gölü’nün güneydoğusunda yer alan, uzunluğu 1,5 km, genişliği 0,5 km olan Akdamar Adası’nın ismiyle ilgili şöyle bir efsane anlatılır:
Çok eskiden Van’da bir Keşiş yaşamaktaymış. Bu Keşiş’in dünyalar güzeli bir kızı varmış. Kız o kadar güzelmiş ki, O’nu bir gören bin gönülden vurulurmuş. Bu güzel kızın ismi de “Tamara” imiş.

Bütün Vanlı delikanlılar Tamara’nın peşinde dolana dursunlar, Tamara gönlünü yiğit mi yiğit, yakışıklı mı yakışıklı bir Türk gencine kaptırır. İki sevgili gizli gizli buluşurlar. Bu buluşmalar bir süre devam eder. Sonunda iki gencin aşkını Van’da duymayan kalmaz.
Keşiş, kızını bu sevdadan vazgeçirmek için ne kadar uğraşırsa uğraşsın başaramaz. Tek çare, kızını Van’dan uzaklaştırmaktır.

Van Gölü’nün en büyük adası olan Akdamar Adası’nda bir kilise yaptırıp, kalan ömrünü kızıyla beraber bu adada geçirmeye karar verir.
Seven iki kalbi birbirinden ayırmak mümkün mü? Tamara ile Türk gencinin aşkları o kadar yüce, o kadar engel tanımaz ki... Keşiş’in Tamara’yı Ada’ya hapsetmesi de fayda vermez. İki genç, anlaşırlar. Delikanlı, her gece kıyıdan yüzerek Ada’ya çıkacaktır. Bu arada Tamara da sevgilisine adayı bulabilmesi için fenerle işaret verecek, O’na yardımcı olacaktır.
Dedikleri gibi yaparlar. Delikanlı, yaz demez, kış demez, fırtınaya, dalgaya aldırmaz, her gece yüzerek Ada’ya çıkar. Sabaha kadar Tamara ile birlikte olurlar. Gün ışımadan da tekrar yüzerek geri döner.

Bir zaman sonra Keşiş, iki gencin buluştuklarını öğrenir. Bir gece, kızın bıraktığı işaret fenerinin yerini değiştirir. Feneri, keskin ve sivri kayalıkların bulunduğu bir tarafa bırakır. Tamara da Delikanlı da kurulan tuzaktan habersizdirler.
Delikanlı her zaman olduğu gibi yine kıyıdan suya girer, Ada’dan görünen ışığa doğru yüzmeye başlar. Şanssızlık bu ya, o gece, hem çok karanlık, göl de aşırı dalgalıdır. Delikanlı yüzer, yüzer, yüzer... Kollarında derman tükenir. Işığa doğru yüzdükçe ışık uzaklaşır sanki. Dalgalar daha da kudurur. Kuvvetli bir dalga, gücü tükenen delikanlıyı yükselttiği gibi sivri ve keskin kayalara çarpar. Her tarafı parça parça olan delikanlının, gölün karanlık sularına gömülürken : “Ah Tamara, Ah Tamara!...” feryatları, kayalıklardan yankılanarak Tamara’ya kadar ulaşır. Artık Tamara’ya dur olur mu? O da gözünü kırpmadan kendisini azgın dalgaların kucağına bırakır ve kaybolur. Böylece, yaşarken bir araya gelmeleri engellenen iki genç, sonsuza kadar sürecek beraberliklerine, Van Gölü’nün lacivert sularının derinliklerini mekân seçerler.
Bu acıklı sonun yaşandığı adanın ismi de o günden sonra “Ah Tamara” nın değiştirilmesi ile “Akdamar” olur.